"Kün fe yekün" Kelime Anlami ve Manasi |
"Yekûle lehû : kün, feyekûn" dur, bir tanesi yâsîn suresinin son sayfasında olmak üzere kur'ân-ı kerîm'de bir kaç yerde bulunur?
"Bismillahirrahmanirrahim. Kün fe yekun. Açıklaması ise "Ol deyince olur."
Yani Allah c. c ol demesiyle herşey olur.. kün dedi kün deyince var eyledi on sekiz bin alemi"
"Yekule lehû (ona der ki) : kün (ol), feyekûn (bunun üzerine o da oluverir)"
"Kün, “Ol” demektir. “Emr-i kün feyekün”, “Allah’ın yaratmayı dilediği şeye, “ol” diye emretmesi ve böylece onun varlık sahasına çıkması” demektir. Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin Râzi, “ol” emri hakkındaki değişik te’villeri sıralar ve en kuvvetli te’vil olarak şunu kaydeder:Kün fe yekun
“Cenâb-ı Hakk’ın “ol” demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında İlâhî kudretin sür’atle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlâ'nın eşyayı deneme yanılma olmaksızın yarattığını gösterir.”
Üstad Hazretleri: Kün fe yekun“Eşya fena ve zevale (fâni olmaya ve yok olmaya) gitmiyor, daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar.” buyuruyor.
Gözümüzden kaybolan eşyanın yokluğa gitmeyip Allah’ın ilminde bâki kaldığını bize ders veren bu güzel ifadeleri konumuz yönünden tahlil ettiğimizde şu hakikate varırız:
Yaratılmadan önce her şey Allah’ın ilim dairesinde mevcut. Bu şeylerden hangisinin yaratılmasını irade buyurursa, onu ilim dairesinden kudret dairesine geçiriyor; yâni var ediyor. İşte “ol” emri ilim dairesinde mevcut olan bu eşyaya veriliyor. Yâni, Allah’ın onları yaratmayı irade etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor.
Yaratılmadan önce her şey Allah’ın ilim dairesinde mevcut. Bu şeylerden hangisinin yaratılmasını irade buyurursa, onu ilim dairesinden kudret dairesine geçiriyor; yâni var ediyor. İşte “ol” emri ilim dairesinde mevcut olan bu eşyaya veriliyor. Yâni, Allah’ın onları yaratmayı irade etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor.
O halde, “kün” emri bir temsildir. “İlim dairesinden kudret dairesine geç” mânâsını ifade eder.
“Kün” emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal: “Göklerin ve yerin mübdii’ dir(onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır) Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir.”(Bakara, 2/117)
Burada “ol” emri, kudretin hemen faaliyete geçmesi mânâsına geliyor. Bu emrin tevilini İslâm âlimlerimiz aynen böyle yapmışlar. Tıpkı, “her şeyin melekûtu O’nun elindedir” âyetindeki “el” tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu “ol” emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir.” demişler.
Diğer bir âyet-i kerime: “Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmran, 3/59)
Bu âyet-i kerimede geçen “ol” emrinin mânâsına bir derece yanaşmak için eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerekiyor. Bilindiği gibi eşya iki âleme ayrılıyor. Birisi “halk âlemi”, diğeri ise “emir âlemi.” Beden halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet dünyasında safha safha, kademeli olarak yaratılmaktadır.
Emir âlemi için ise bu tarz bir yaratılış söz konusu değildir. O âlemde her şey bir anda vücut bulur. Ruh, değişik safhalardan geçip de sonunda o hâli almış değildir. Doğrudan ruh olarak yaratılmıştır. İnsan bedeninde vazifeye başlaması da yine bir anda gerçekleşir.
Kün fe yekun Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra “ol” emrinin verilmesini Muhyiddin-i Arabî Hazretleri bu emir kanunuyla izah eder:
“Ol denince oluverir kavl-i şerifi, ruhun üflenişine işarettir. Ve bunun, emir âleminden olduğuna işarettir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.”
Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla engin bir ufuk açıyor. Önce topraktan Hz.Âdem (as) yaratılıyor ve sonra ona “ol” emri veriliyor. Bu emirle Hz.Âdem (as)’in topraktan inşa edilen cesedi ruha ve hayata kavuşuyor. Nitekim buradaki “ol” emrini büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi, “Canlı bir mahlûk kesil.” şeklinde tefsir etmektedir. Zira, zaten var olan bir nesneye yeniden “ol” emri verilmesi onun yeni bir şekle girmesi anlamına gelir; aksi halde bu emre bir mânâ vermek mümkün olmaz.
Şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faaliyetlere bir göz atalım ve “ol” emrini onlarda görelim, okuyalım. Hidrojen ve oksijen bir “ol” emriyle su olmuşlardır. Yenilen gıda bir süre sonra et, kan, saç, tırnak oluyor. Farklı ol! emirleriyle. Rahimdeki nutfenin “alâka” olması da yine “ol” emriyledir. Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur.
Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece ağzımızdan değişik harfler dökülüyor. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine “ol” emriyle. O ses, mübarek bir kelime ise, Rahmanî bir hakikat terennüm ediyorsa yeni bir emir alıyor: Melek ol. Demek ki, hayatımız her an “kün” emrinin cilveleriyle kaynaşıp durmaktadır.
Kün fe yekün Hakkında Farklı Bir Görüş;İbn arabi füsus'da der ki:
İbn arabi |
Bu işte Allah'a atfedilen yalnızca o'nun emr'idir. "muhakkak ki bizim bir şeye kavlimiz (sözümüz), onu (yaratılmasını) irâde ettiğimizde ona "ol" dememizdir: o da olur (yâni varlığa bürünür)" (16/40) diyerek açıklamaktadır.
Şu hâlde "tekvîn", her ne kadar yaratılacak olan şey Allah'ın emr'ine itaatle hareket ediyorsa da gene de, yaratılan şeye atfedilmektedir ve (biz bu beyânı olduğu gibi kabûl etmek zorundayız, çünkü) Allah sözünde sâdıktır.
Öte yandan bu tekvîn(in şeye nisbet edilmesi de) hakikatte akla uygundur,nitekim bir misâl vermek gerekirse, kendisinden korkulan ve kendisine isyân edilmesi mümkün olmayan bir âmir eğer kölesine "kalk!" (arapçası: "kum!") derse, köle efendisinin bu emrine uyarak derhâl ayağa kalkar.
O'nun ayağa kalkışında efendisinin ona bunu emretmiş olmasından başka bir şey yoktur.
Kölenin bizzât ayağa kalkması ise efendisinin fiili değil bizzât kendi fiilidir.Demek ki "tekvîn"in aslı teslîs temeli üzerinedir.
Yâni hak (yaratıcı) tarafından ve mahlûk (yaratılan) tarafından olmak üzere her iki yönden de üçer unsur bu işe katkıda bulunmaktadır.
Buradaki nüans şudur ki Allah bu âyette fe yukevvin (yâni oldurur ya da varlığa büründürür) değil de feyekûn (yâni"o" da olur ya da varlığa bürünür) demektedir ki burada cümlenin öznesi şeyin kendisidir.fusûs, s. 140/116/174-175/ıı-335-336.
Bu bakımdan ibn arabî'nin düşünce sisteminde islâmî Kün fe yekun"yoktan yaratılış" ilkesi geçerli olmaktadır.Ama onun tezini sıradan "yoktan yaratılış"dan farklı kılan ibn arabî'nin gözünde yokluğun tümüyle şartsız bir adem değil de somut varlık düzeyindeki "adem" oluşudur. Onun yokluk diye baktığı ayn-ı sabite (idealar) düzeyinde ya da, aynı şey demek olan,Allah'ın bilinci'ndeki "varlık"dır.Onun "yokluk" dediği, ontolojik görü açısından,"mümkün olan"dan yâni varlığa bürünebilme kuvvetine sâhip olandan başka bir şey değildir. "hilkat"i bir çeşit tek kişilik ilâhî bir piyes gibi gören sıradan telâkkînin menşeinde "mümkînât"a izâfe edilmesi gereken müsbet kuvvetin bilinmemesi (cehli) yatmaktadır.
Öte yandan bu tekvîn(in şeye nisbet edilmesi de) hakikatte akla uygundur,nitekim bir misâl vermek gerekirse, kendisinden korkulan ve kendisine isyân edilmesi mümkün olmayan bir âmir eğer kölesine "kalk!" (arapçası: "kum!") derse, köle efendisinin bu emrine uyarak derhâl ayağa kalkar.
O'nun ayağa kalkışında efendisinin ona bunu emretmiş olmasından başka bir şey yoktur.
Kölenin bizzât ayağa kalkması ise efendisinin fiili değil bizzât kendi fiilidir.Demek ki "tekvîn"in aslı teslîs temeli üzerinedir.
Yâni hak (yaratıcı) tarafından ve mahlûk (yaratılan) tarafından olmak üzere her iki yönden de üçer unsur bu işe katkıda bulunmaktadır.
Buradaki nüans şudur ki Allah bu âyette fe yukevvin (yâni oldurur ya da varlığa büründürür) değil de feyekûn (yâni"o" da olur ya da varlığa bürünür) demektedir ki burada cümlenin öznesi şeyin kendisidir.fusûs, s. 140/116/174-175/ıı-335-336.
Bu bakımdan ibn arabî'nin düşünce sisteminde islâmî Kün fe yekun"yoktan yaratılış" ilkesi geçerli olmaktadır.Ama onun tezini sıradan "yoktan yaratılış"dan farklı kılan ibn arabî'nin gözünde yokluğun tümüyle şartsız bir adem değil de somut varlık düzeyindeki "adem" oluşudur. Onun yokluk diye baktığı ayn-ı sabite (idealar) düzeyinde ya da, aynı şey demek olan,Allah'ın bilinci'ndeki "varlık"dır.Onun "yokluk" dediği, ontolojik görü açısından,"mümkün olan"dan yâni varlığa bürünebilme kuvvetine sâhip olandan başka bir şey değildir. "hilkat"i bir çeşit tek kişilik ilâhî bir piyes gibi gören sıradan telâkkînin menşeinde "mümkînât"a izâfe edilmesi gereken müsbet kuvvetin bilinmemesi (cehli) yatmaktadır.
Gizli iken Allah'ın ontolojik emrine cevap olarak varlığa bürünme hususunda her şey, ibn arabî'ye göre, yeterince güç ve kuvvet sâhibidir.
Buna göre yaratılmışların âlemi fâ'iliyyet'in pençesindedir ve bu âlemi teşkil eden eşyâ da kendi yaratılışına müsbet bir biçimde bilfiil katkıda bulunmaktadır.
Kile şekil vererek (çanak ve çömlek gibi) bir takım eşyâ yapan bir sanatkâra bakıldığında, sathî bir gözlemle, kilin kendisi bakımından hiçbir müsbet "fâ'iliyyeti" haiz olmadığı ve sanatkârın hoşuna giden hangi şekil olursa olsun o şekle girdiğini müşâhede etmek mümkündür.
Böyle bir teşhisde bulunan bir kimsenin gözünde o sanatkârın elindeki kilin hâli mahzâ pasiflik, mahzâ fiilsizliktir.Bu kimse kilin de, kendi yönünden, sanatkârın faaliyetini müsbet bir biçimde tâyin ettiğini farketmemektedir.Hiç şüphesiz bu sanatkâr kilden oldukça büyük bir çeşitliliğe sâhip pek çok eşyâ yapabilir, ama ne yaparsa yapsın kilin tabîatının kendisine vaz ettiği mahdut sınırların ötesine geçmesi mümkün değildir. Başka bir şekilde ifâde edecek olursak, aslında, kilin kuvveden fiile çıkan mümkün bütün şekillerini tâyin eden kilin bizzât kendisidir. işte "yaratılış" sürecindeki bir şeyin durumu da aşağı yukarı bunu andırır.
Buna göre yaratılmışların âlemi fâ'iliyyet'in pençesindedir ve bu âlemi teşkil eden eşyâ da kendi yaratılışına müsbet bir biçimde bilfiil katkıda bulunmaktadır.
Kile şekil vererek (çanak ve çömlek gibi) bir takım eşyâ yapan bir sanatkâra bakıldığında, sathî bir gözlemle, kilin kendisi bakımından hiçbir müsbet "fâ'iliyyeti" haiz olmadığı ve sanatkârın hoşuna giden hangi şekil olursa olsun o şekle girdiğini müşâhede etmek mümkündür.
Böyle bir teşhisde bulunan bir kimsenin gözünde o sanatkârın elindeki kilin hâli mahzâ pasiflik, mahzâ fiilsizliktir.Bu kimse kilin de, kendi yönünden, sanatkârın faaliyetini müsbet bir biçimde tâyin ettiğini farketmemektedir.Hiç şüphesiz bu sanatkâr kilden oldukça büyük bir çeşitliliğe sâhip pek çok eşyâ yapabilir, ama ne yaparsa yapsın kilin tabîatının kendisine vaz ettiği mahdut sınırların ötesine geçmesi mümkün değildir. Başka bir şekilde ifâde edecek olursak, aslında, kilin kuvveden fiile çıkan mümkün bütün şekillerini tâyin eden kilin bizzât kendisidir. işte "yaratılış" sürecindeki bir şeyin durumu da aşağı yukarı bunu andırır.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorum İçin Teşekkürler...