Kıskançlıkla İlgili Hadisler Kısa,Kıskançlıkla İlgili Ayetler ve Hadisler,Kıskançlıkla İlgili Sözler Mevlana,Haset Etmekle İlgili Hadisler,Fesatlıkla İlgili Hadisler,Fesatlık-Hasetlik ve Kıskançlık...
Hased eden kimseye de ‘Hasid’ denir.
Haset, tedavisi mümkün olmayan en öldürücü ahlâk hastalıklarındandır. Fesat kimse başkasının iyiliğine ve elindeki nimetlere üzülür, hatta bu nimetlerin onun elinden gitmesini ister. Gitmediğinde üzüntüsü artar. Bu hususta denilir ki: ‘Hased öyle bir ruh hastalığıdır ki, ona hiç bir doktor çare bulamaz. Yeter ki Allah (c.c.)’ın yardımı tahakkuk etsin.' Bu nedenle hased, Müslümanın hayırlı amellerini yok eden çok çirkin bir ahlâktır.
Yahudi ve Hristiyanlar müminlere sürekli hased ederler. Kendileri îman edip Allah (c.c.)'ın fazlından yararlanamadıkları için müminlerin Rabblerinden gördükleri hayırları izledikçe hasetleri artar. Müslümanlar aleyhine çeşitli entrika ve desiseler düşünürler. Halbuki Müslümanlar onların bu kötülüklerini hiç hak etmedikleri gibi tam tersi kendileri hakkında bile iyilik düşünürler. Kazdıkları kuyulara neticede hep kendileri düşerler. Fakat müminler arasında büyük sarsıntılara, karışıklıklara sebep olurlar. Bunların çoğunluğunun tam cezaları ise âhirette Cenab-ı Hakk tarafından verilecektir.
Hasid, Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu nimetin kıskandığı kimseden çıkmasını istediğinden hiçbir zaman rahat ve huzur içinde olmaz. Faydalı olmayan, zararlı olan bir şeyin bir insandan uzaklaşmasını istemek, hased olmaz, gayret olur. İlmini, mal ve mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. Malını haramda, zulümde, İslâmiyeti yıkmakta, bid’atları ve günâhları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de, hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günâh olmaz. Kalpte bulunan hâtıra, düşünce, günâh sayılmaz. Hatıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ederse günâh olur, harâm olur. Bu hasedini sözleri ve hareketleri ile belli ederse, günâhı daha çok olur. Hadis-i şerifde, “İnsan, üç şeyden kurtulamaz, suizan, tayere ve hased. Suizan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zan (tayere) ettiğiniz şeyi, Allah’a tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz!” buyruldu.
Tayere, uğursuzluğa inanmaktır. Suizan, bir kimseyi kötü zan etmektir. Bu hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki, kalpte hased meydana gelmesi, haram değildir. Bundan razı olmak, devamını istemek, haram olur.
Hadîka’da deniliyor ki, ‘Kalbe gelen düşünce beş derecedir:
1. Kalpte durmaz, atılır, buna ‘hacis’ denir.
2. Kalpte bir zaman kalır, buna ‘hatır’ denir.
3. Yapmak ile yapmamak arasında tereddüt olunur, buna ‘hadisü’n-nefs’ denir.
4. Yapması tercih edilir, buna ‘Hemm’ denilir.
5. Tercih kuvvetlenip karar verir, buna ‘Azm’ ve ‘Cezm’ denir.
Kur'an-ı Kerim’de hased duygusu ve bunun doğuracağı davranışlar önemsiz sayılmamıştır. Gerek Hz. Âdem (a.s.)'in iki oğlu arasında cereyan eden beşeriyetin ilk cinayetinin(1) ve gerekse Hz. Yusuf (a.s.)’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması olayının(2) asıl sebebini kardeşler arasında doğan hased duygusunun teşkîl etmesi gerçekten düşündürücüdür. Hz. Peygamber (s.a.v.), bütün günahların kaynağı olan üç şey arasında; İblis'i Hz. Adem (a.s.)'e secde etmemeye sevk eden kibri; Hz. Âdem (a.s.)’i yasaklanmış olan ağaçtan yemeye sevk eden hırsı ve Hz. Âdem (a.s.)’in iki oğlunun birbirleriyle dövüşüp kardeşini öldürmeğe ve kardeşlerinin Hz. Yusuf (a.s.)’u kuyuya atmaya sebep olan hased’i saymaktadır. Bunlardan kaçınmamızı istemektedir. Bu yüzden fesat, nefsin kınanmış olan kötü ahlâkındandır.
Bol dua, zikir ve ibadete çok devam etmek suretiyle bunların yok edilmesine çalışmak gerekmektedir. Allah Teâlâ'nın uyarılarına ve tavsiyelerine dikkat edip uyanmak ve bu illetten kurtulmağa çalışmak bir görevdir. Hz. Yakup (a.s.)’un büyük oğulları, küçük kardeşleri Yusuf'a hep beraber tuzak kurup yapacaklarını yaptılar. Gayeleri Hz. Yusuf (a.s.)'u zelil etmekti. Allah (c.c.) ise Hz. Yusuf (a.s.)'u seçti. Ona nübüvvet ve saltanat verdi. Kardeşlerini ona boyun eğdirdi. Hükmü altına soktu. Hz. Yusuf (a.s.)'u hased etmelerinden dolayı hileleri kendi başlarına geçti. Bu ise Allah Teâlânın hikmetinin ve kudretinin apaçık bir delilidir.
Felak Sûresi'nde gelmiş bulunan, “Hâsid kişinin haset ettiği zamanki şerrinden Allah'a sığınmak.” (3) emri de göz önüne alınınca, hased yani çekememezlik duygusunun toplum içerisinde yapacağı yıkımın ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Kur'an-ı Kerim'de söz konusu olan bu olayların kardeşler arasında cereyan etmiş olması da ayrı önem taşır. Yani, hased duygusu kardeşi kardeşe öldürtebiliyor, derin kuyuya attırabiliyorsa, başka insanlara neler yaptırmaz?
Bu ayetlerin ışığında, her geçen gün şiddetini artırarak ilerleyen ve dünyayı yaşanmaz hale getiren anarşiye, ahlâki yozlaşmaya, kültürel bozulmaya göz atacak olursak, bunun da temelinde, yurdumuza dışarıdan giren çeşitli fikir ve düşüncelerin sevkiyle hakim zümrelerin millete karşı uyguladıkları muhtelif ayırım ve kayırmaları, bunun sonucu varlığını değişik tabiî sebeplere borçlu olan- değişik gruplarda birbirlerine karşı uyanmış olan kin ve hased duygularını görebiliriz. Daha açık bir ifâde ile bugünkü huzursuzluk, hırsızlık, soygunculuk ve anarşi, geçen zamandan beri bu ülke insanlarına yapılan mürteci-münevver, inkılapçı-yobaz, ilerci-gerici, faşist-devrimci, Türk-gayr-i Türk, Sünni-Şiî vs. ayırımlarının, bu ayırımlara tâbi olarak hâkim zümrelerin uyguladıkları kayırmaların vicdanlarda doğurduğu kin, nefret, hased ve intikam gibi menfî hislerin birikimlerinden ortaya çıkan bir patlamadır.
Kıskançlık kinin, kin de öfkenin neticesidir. Bu yüzden öfkelenmeyi azaltacak davranışlar içinde bulunmak kini, dolayısıyla kıskançlığı azaltır. Hased, İlahi takdir ve bölmeye razı olmamaktır. Bu yüzden hasetçi önce iman açısından tehlikeye düşer. Şu kadar var ki hased, hased edilenden önce hased edeni yeyip bitiren adil bir hastalıktır.
İnsanlar arasındaki kavgalar, meslektaşlar arasındaki çekişmeler, genellikle hasedden kaynaklanır. Aslında hased, bir bakıma aşırı bencilliğin de bir sonucu olarak ‘Bende yok onda da olmasın’ düşüncesidir.
Bir Müslümanda bulunan bir nimetin ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de o nimetin bulunmasını istemek hased değildir. Buna ‘Gıpta’ yani imrenmek, denilir. Gıpta güzel bir huydur.
Haset, kişinin yapmış olduğu ibadetlerin sevabını da giderir. Hadis-i Şerif’te “Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi hased de iyilikleri yok eder, siler götürür.”(4) buyruldu. İbnu Mâce'de geçen bir diğer hadiste ise şöyle buyurulur: “Hased, hasenatı yer tüketir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka da hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi.” Bu sebeple dinimizin müminden beklediği tavır, inancının gereği olarak hayatının her anını Allah’ın (c.c.) razı olacağı şekilde geçirmektir. Bu durum iman ile hasedin yan yana olmasını yasaklamaktadır. Peygamber Efendimiz (asv) hadisi şerifte bu durumu şu şekilde açıklamaktadır: “Kâfir ile onu öldüren ebediyen cehennemde bir araya gelmezler, keza bir kulun karnında, Allah yolunda (yutulmuş olan) tozla cehennem ateşi bir araya gelmezler, keza, bir kulun kalbinde imanla hased bir araya gelmezler.”(5)
Haset etmek, bir açıdan da Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmemektir. Her kim Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmez ve bunu bilinçli olarak düşünürse, kâfir olur. Çünkü bu insan, bu düşüncesiyle Hak Teâlâ’nın hikmetini ve adaletini inkar etmiş olur. Bu durum insanı küfre götürebilir. Bu yüzden hased eden kimse, beş yönden Rabbi ile çekişmektedir. Bu çekişmeler şunlardır: Başkalarında gördüğü bu nimetten ötürü öfkelenir. Allah (c.c.)'ın rızık taksimine öfkelenir. Allah (c.c.)'ın başkalarına vermiş olduğu nimetleri kıskanan kimse, sanki Rabbine şöyle demektedir: ‘Bu nimetleri niçin bu şekilde taksim ettin?’ Allah Teâlâ dilediğine lütfundan dilediği şekilde verdiği halde, o Allah (c.c.)'ın nimetleriyle cimrilik yapmak istemektedir. Allah Teâlâ'nın nimetler verdiği sevgili kullarını, rezil-rüsvâ etmek istemektedir. Hased etmekle, hem Allahü Teâlâ'nın, hem de kendisinin düşmanı olan şeytana yardım etmektedir.
Hasedden kaçınmak, başkasının malı, mülkü, mevkii vs. dünya varlıklarında çekememezliğe düşmemek demektir. Uhrevî işlerde gıpta caiz ise de dünyevi işlerde hased câiz değildir. Çünkü hased, hased edeni karşıdaki hased edilen hakkında gıybete ve yıkıcı gayretlere de sevk ederek zulme ve haksızlığa atar. Gıybet, zulüm ve haksızlık ise bunları yapanın iyiliklerinin yok olmasına sebep olur. Bütün bu durumlar hased edilenin nimetlerinin, sevaplarının artmasına, hased edene de hüsran ve zararlarda batmasına sebep olur. Böylelerinin durumu âyet-i kerimede: “Dünyayı da âhireti de kaybeder.”(6) diye ifade edilmiştir.
Haset eden, haset ettiği kişiyi gıybet de eder, onu çekiştirir ve böylece ikinci bir günaha da girmiş olur. Hatta hased ettiği kişinin malına ve canına da saldırdığı olur. Kıyamet gününde, hased eden kişinin bu zulümlerinin karşılığı olarak iyilikleri alınarak hased ettiği kişiye verilir. Dünyada hayır ve iyilikler yapan kimseye en az on kat sevap verilir. Hased bunların dokuzunu yok eder ve birisi kalır. İmansızlıktan başka hiçbir günah, müslümanın yapmış olduğu iyiliklerin hepsini yok edemez.
Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Size eski milletlerin hastalığı bulaştı. Bu, haset ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum. O dini kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yaygınlaştırın.” (7)
Bir başka Hadis-i şerif’te, “Nimet sahiplerinden ihtiyaçlarınızı gizli olarak isteyiniz. Çünkü nimet sahiplerine haset edilir.” buyuruldu. İhtiyaçlarınızın karşılandığı ortaya çıkınca hased olunursunuz.
Haset etmek, Allah Teâla’nın takdirini değiştirmez. Bunun için de hased eden kişi, hasedinden dolayı boşuna üzülmüş ve yorulmuş olur. Kazandığı günahlar da ayrıca üzerine yüklenir. Halife Muaviye oğluna nasihat ederken şöyle derdi: ‘Hased etmekten çok sakın. Çünkü hasedin sana olan zararları, haset ettiğin kişininkinden daha önce ve daha çok olur.’
Yine Hz. Muaviye demiştir ki: ‘Herkesi razı edebilirim, ancak hasetçiyi edemem. Çünkü o, nimetin gitmesini ister. (Kıskandığı nimet elimde oldukça ne versem onu razı edemem)’
Haset edenler hiçbir zaman arzularına kavuşamamış ve kimseden saygı görmemişlerdir. Haset insanın sinirlerini bozar, ömrünün azalmasına sebep olur.
Kendisine hased olunan kişinin, dünyada ve ahirette, bundan hiç zararı olmaz. Hatta faydası olur. Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Haset ettiği kişideki nimetlerin azalmadığını ve hatta arttığını gördükçe huzursuz olur. Hasetden kurtulmak için ona hediye göndermeli, nasihat etmeli ve onu övmelidir. Ona karşı tevazu göstermelidir. Onun elindeki nimetlerin daha da artması için dua etmelidir.(8)
Peygamber Efendimiz (asv), Veda Hutbesi’nde vurgulu bir şekilde kardeşlik duygularını zedeleyen, Ensar-Muhacir kardeşliğini tüm dünyaya yaymanın önündeki en büyük engellerden olan, ümmet bilincini gideren hasedden kaçınmamızı istemektedir.
“(Ey inananlar!) birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun! Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, sosyal durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir. Öyle ise ona zulmedemez, ihanet edemez, aldatamaz, yardım isteğini cevapsız bırakamaz, tahkîr de edemez. Allah sizlerin bedenlerine, mallarına bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar, -kalbini göstererek- takva şuradadır, takva şuradadır, takva şuradadır. Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip horlaması yeterlidir. Bir Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslümana haramdır.”(9)
Hased Hastalığından Kurtuluş Yolu
Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Şu iki kişi dışında hiç kimseye haset (gıbta etmek) caiz değildir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda harcayan zengin kimse.”(10)
Hadiste ‘gıbta’ diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı haseddir. “İki kişiye Allah'ın verdiği nimetin kendinize de verilmesini temenni etmeniz caizdir.” diye anlaşılması gerekmektedir. Gıpta ise ‘Onda var aynısı bende de olsun.’ talebinde bulunmaktır ki, bu mantıklıdır. Kıskançlık ibadetlere varıncaya kadar bütün fiillerde ve duygularda görülebilir. Tedavisi Taksim-i İlahîye razı olmak ve Yusuf Sûresi'ni bolca okuyup ibret almaktır.
1. Kalpte durmaz, atılır, buna ‘hacis’ denir.
2. Kalpte bir zaman kalır, buna ‘hatır’ denir.
3. Yapmak ile yapmamak arasında tereddüt olunur, buna ‘hadisü’n-nefs’ denir.
4. Yapması tercih edilir, buna ‘Hemm’ denilir.
5. Tercih kuvvetlenip karar verir, buna ‘Azm’ ve ‘Cezm’ denir.
Kur'an-ı Kerim’de hased duygusu ve bunun doğuracağı davranışlar önemsiz sayılmamıştır. Gerek Hz. Âdem (a.s.)'in iki oğlu arasında cereyan eden beşeriyetin ilk cinayetinin(1) ve gerekse Hz. Yusuf (a.s.)’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması olayının(2) asıl sebebini kardeşler arasında doğan hased duygusunun teşkîl etmesi gerçekten düşündürücüdür. Hz. Peygamber (s.a.v.), bütün günahların kaynağı olan üç şey arasında; İblis'i Hz. Adem (a.s.)'e secde etmemeye sevk eden kibri; Hz. Âdem (a.s.)’i yasaklanmış olan ağaçtan yemeye sevk eden hırsı ve Hz. Âdem (a.s.)’in iki oğlunun birbirleriyle dövüşüp kardeşini öldürmeğe ve kardeşlerinin Hz. Yusuf (a.s.)’u kuyuya atmaya sebep olan hased’i saymaktadır. Bunlardan kaçınmamızı istemektedir. Bu yüzden fesat, nefsin kınanmış olan kötü ahlâkındandır.
Bol dua, zikir ve ibadete çok devam etmek suretiyle bunların yok edilmesine çalışmak gerekmektedir. Allah Teâlâ'nın uyarılarına ve tavsiyelerine dikkat edip uyanmak ve bu illetten kurtulmağa çalışmak bir görevdir. Hz. Yakup (a.s.)’un büyük oğulları, küçük kardeşleri Yusuf'a hep beraber tuzak kurup yapacaklarını yaptılar. Gayeleri Hz. Yusuf (a.s.)'u zelil etmekti. Allah (c.c.) ise Hz. Yusuf (a.s.)'u seçti. Ona nübüvvet ve saltanat verdi. Kardeşlerini ona boyun eğdirdi. Hükmü altına soktu. Hz. Yusuf (a.s.)'u hased etmelerinden dolayı hileleri kendi başlarına geçti. Bu ise Allah Teâlânın hikmetinin ve kudretinin apaçık bir delilidir.
Felak Sûresi'nde gelmiş bulunan, “Hâsid kişinin haset ettiği zamanki şerrinden Allah'a sığınmak.” (3) emri de göz önüne alınınca, hased yani çekememezlik duygusunun toplum içerisinde yapacağı yıkımın ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Kur'an-ı Kerim'de söz konusu olan bu olayların kardeşler arasında cereyan etmiş olması da ayrı önem taşır. Yani, hased duygusu kardeşi kardeşe öldürtebiliyor, derin kuyuya attırabiliyorsa, başka insanlara neler yaptırmaz?
Bu ayetlerin ışığında, her geçen gün şiddetini artırarak ilerleyen ve dünyayı yaşanmaz hale getiren anarşiye, ahlâki yozlaşmaya, kültürel bozulmaya göz atacak olursak, bunun da temelinde, yurdumuza dışarıdan giren çeşitli fikir ve düşüncelerin sevkiyle hakim zümrelerin millete karşı uyguladıkları muhtelif ayırım ve kayırmaları, bunun sonucu varlığını değişik tabiî sebeplere borçlu olan- değişik gruplarda birbirlerine karşı uyanmış olan kin ve hased duygularını görebiliriz. Daha açık bir ifâde ile bugünkü huzursuzluk, hırsızlık, soygunculuk ve anarşi, geçen zamandan beri bu ülke insanlarına yapılan mürteci-münevver, inkılapçı-yobaz, ilerci-gerici, faşist-devrimci, Türk-gayr-i Türk, Sünni-Şiî vs. ayırımlarının, bu ayırımlara tâbi olarak hâkim zümrelerin uyguladıkları kayırmaların vicdanlarda doğurduğu kin, nefret, hased ve intikam gibi menfî hislerin birikimlerinden ortaya çıkan bir patlamadır.
Kıskançlık kinin, kin de öfkenin neticesidir. Bu yüzden öfkelenmeyi azaltacak davranışlar içinde bulunmak kini, dolayısıyla kıskançlığı azaltır. Hased, İlahi takdir ve bölmeye razı olmamaktır. Bu yüzden hasetçi önce iman açısından tehlikeye düşer. Şu kadar var ki hased, hased edilenden önce hased edeni yeyip bitiren adil bir hastalıktır.
İnsanlar arasındaki kavgalar, meslektaşlar arasındaki çekişmeler, genellikle hasedden kaynaklanır. Aslında hased, bir bakıma aşırı bencilliğin de bir sonucu olarak ‘Bende yok onda da olmasın’ düşüncesidir.
Bir Müslümanda bulunan bir nimetin ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de o nimetin bulunmasını istemek hased değildir. Buna ‘Gıpta’ yani imrenmek, denilir. Gıpta güzel bir huydur.
Haset, kişinin yapmış olduğu ibadetlerin sevabını da giderir. Hadis-i Şerif’te “Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi hased de iyilikleri yok eder, siler götürür.”(4) buyruldu. İbnu Mâce'de geçen bir diğer hadiste ise şöyle buyurulur: “Hased, hasenatı yer tüketir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka da hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi.” Bu sebeple dinimizin müminden beklediği tavır, inancının gereği olarak hayatının her anını Allah’ın (c.c.) razı olacağı şekilde geçirmektir. Bu durum iman ile hasedin yan yana olmasını yasaklamaktadır. Peygamber Efendimiz (asv) hadisi şerifte bu durumu şu şekilde açıklamaktadır: “Kâfir ile onu öldüren ebediyen cehennemde bir araya gelmezler, keza bir kulun karnında, Allah yolunda (yutulmuş olan) tozla cehennem ateşi bir araya gelmezler, keza, bir kulun kalbinde imanla hased bir araya gelmezler.”(5)
Haset etmek, bir açıdan da Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmemektir. Her kim Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmez ve bunu bilinçli olarak düşünürse, kâfir olur. Çünkü bu insan, bu düşüncesiyle Hak Teâlâ’nın hikmetini ve adaletini inkar etmiş olur. Bu durum insanı küfre götürebilir. Bu yüzden hased eden kimse, beş yönden Rabbi ile çekişmektedir. Bu çekişmeler şunlardır: Başkalarında gördüğü bu nimetten ötürü öfkelenir. Allah (c.c.)'ın rızık taksimine öfkelenir. Allah (c.c.)'ın başkalarına vermiş olduğu nimetleri kıskanan kimse, sanki Rabbine şöyle demektedir: ‘Bu nimetleri niçin bu şekilde taksim ettin?’ Allah Teâlâ dilediğine lütfundan dilediği şekilde verdiği halde, o Allah (c.c.)'ın nimetleriyle cimrilik yapmak istemektedir. Allah Teâlâ'nın nimetler verdiği sevgili kullarını, rezil-rüsvâ etmek istemektedir. Hased etmekle, hem Allahü Teâlâ'nın, hem de kendisinin düşmanı olan şeytana yardım etmektedir.
Hasedden kaçınmak, başkasının malı, mülkü, mevkii vs. dünya varlıklarında çekememezliğe düşmemek demektir. Uhrevî işlerde gıpta caiz ise de dünyevi işlerde hased câiz değildir. Çünkü hased, hased edeni karşıdaki hased edilen hakkında gıybete ve yıkıcı gayretlere de sevk ederek zulme ve haksızlığa atar. Gıybet, zulüm ve haksızlık ise bunları yapanın iyiliklerinin yok olmasına sebep olur. Bütün bu durumlar hased edilenin nimetlerinin, sevaplarının artmasına, hased edene de hüsran ve zararlarda batmasına sebep olur. Böylelerinin durumu âyet-i kerimede: “Dünyayı da âhireti de kaybeder.”(6) diye ifade edilmiştir.
Haset eden, haset ettiği kişiyi gıybet de eder, onu çekiştirir ve böylece ikinci bir günaha da girmiş olur. Hatta hased ettiği kişinin malına ve canına da saldırdığı olur. Kıyamet gününde, hased eden kişinin bu zulümlerinin karşılığı olarak iyilikleri alınarak hased ettiği kişiye verilir. Dünyada hayır ve iyilikler yapan kimseye en az on kat sevap verilir. Hased bunların dokuzunu yok eder ve birisi kalır. İmansızlıktan başka hiçbir günah, müslümanın yapmış olduğu iyiliklerin hepsini yok edemez.
Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Size eski milletlerin hastalığı bulaştı. Bu, haset ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum. O dini kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yaygınlaştırın.” (7)
Bir başka Hadis-i şerif’te, “Nimet sahiplerinden ihtiyaçlarınızı gizli olarak isteyiniz. Çünkü nimet sahiplerine haset edilir.” buyuruldu. İhtiyaçlarınızın karşılandığı ortaya çıkınca hased olunursunuz.
Haset etmek, Allah Teâla’nın takdirini değiştirmez. Bunun için de hased eden kişi, hasedinden dolayı boşuna üzülmüş ve yorulmuş olur. Kazandığı günahlar da ayrıca üzerine yüklenir. Halife Muaviye oğluna nasihat ederken şöyle derdi: ‘Hased etmekten çok sakın. Çünkü hasedin sana olan zararları, haset ettiğin kişininkinden daha önce ve daha çok olur.’
Yine Hz. Muaviye demiştir ki: ‘Herkesi razı edebilirim, ancak hasetçiyi edemem. Çünkü o, nimetin gitmesini ister. (Kıskandığı nimet elimde oldukça ne versem onu razı edemem)’
Haset edenler hiçbir zaman arzularına kavuşamamış ve kimseden saygı görmemişlerdir. Haset insanın sinirlerini bozar, ömrünün azalmasına sebep olur.
Kendisine hased olunan kişinin, dünyada ve ahirette, bundan hiç zararı olmaz. Hatta faydası olur. Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Haset ettiği kişideki nimetlerin azalmadığını ve hatta arttığını gördükçe huzursuz olur. Hasetden kurtulmak için ona hediye göndermeli, nasihat etmeli ve onu övmelidir. Ona karşı tevazu göstermelidir. Onun elindeki nimetlerin daha da artması için dua etmelidir.(8)
Peygamber Efendimiz (asv), Veda Hutbesi’nde vurgulu bir şekilde kardeşlik duygularını zedeleyen, Ensar-Muhacir kardeşliğini tüm dünyaya yaymanın önündeki en büyük engellerden olan, ümmet bilincini gideren hasedden kaçınmamızı istemektedir.
“(Ey inananlar!) birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun! Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, sosyal durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir. Öyle ise ona zulmedemez, ihanet edemez, aldatamaz, yardım isteğini cevapsız bırakamaz, tahkîr de edemez. Allah sizlerin bedenlerine, mallarına bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar, -kalbini göstererek- takva şuradadır, takva şuradadır, takva şuradadır. Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip horlaması yeterlidir. Bir Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslümana haramdır.”(9)
Hased Hastalığından Kurtuluş Yolu
Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Şu iki kişi dışında hiç kimseye haset (gıbta etmek) caiz değildir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda harcayan zengin kimse.”(10)
Hadiste ‘gıbta’ diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı haseddir. “İki kişiye Allah'ın verdiği nimetin kendinize de verilmesini temenni etmeniz caizdir.” diye anlaşılması gerekmektedir. Gıpta ise ‘Onda var aynısı bende de olsun.’ talebinde bulunmaktır ki, bu mantıklıdır. Kıskançlık ibadetlere varıncaya kadar bütün fiillerde ve duygularda görülebilir. Tedavisi Taksim-i İlahîye razı olmak ve Yusuf Sûresi'ni bolca okuyup ibret almaktır.
Fesatlık duygusundan kurtuluş yolu, başka bir hadiste şöyle ifade edilmektedir:
“Üç şey vardır, kimse onlardan kurtulmuş değildir: Uğursuzluk, kötü zan, hased.” Resûlullah (s.a.v.)'a bunlardan kurtuluş yolu nedir? diye sorulunca şu cevabı verdi: “Uğursuzluk içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma, haset duyunca da gereğiyle amel etme.”
Şu halde; zan ve hasetden kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir. Hasan el-Basri Hazretleri de şöyle der: ‘İçinde haset olmayan insan yoktur. Kim bu hissi aşıp, peşine düşmez ve zulme yer vermezse, haset yapmamış olur.’
Bir mümine yakışan, hased hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetmeye çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi. Bu duyguyu tedavi hususunda Bediüzzaman şu tavsiyede bulunur:
"Hasid adam hased ettiği şeylerin sonucunu düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, vakti belli ve sınırlıdır. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer, uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olmaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyâkârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut hased ettiği kimseyi riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder."
Kıyamete kadar her döneme hitap eden, her dönemin sorunlarına çözümler üreten ve dönemin tasvirini yapan Allah Resûlü (asv) şu hadislerinde, müminin günümüzde yaşadığı sıkıntıyı çok net bir şekilde şöyle ifade etmektedir: “Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, bakışını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.” (11)
Bu hadisin benzeri olarak, Resûlullah (s.a.v.) bir başka rivayette: “Zenginlerle az düşüp kalkın. Zîra böyle yapmanız, Allah'ın (size olan) nimetini küçük görmemenize yardımcı olur.” buyurmuştur. Bu hadiste önemli bir hastalığın ilacı var; zîra bir kimse, kendinden üstün kimseye bakınca, bu halin onda hased uyandırmayacağından emin olamaz. Bu haset hastalığının ilacı da kendinden aşağıda olana bakmasıdır. Baktığı takdirde kendi haline şükretmeye vesile bulur.
Konumuzu bütünleyecek bir başka hadis de şöyle ifade edilmiştir:
“İki haslet var ki, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim dünya işlerinde durumu kendisinden düşük olana bakarsa, kendisindeki ona olan üstünlük sebebiyle Allah'a hamd eder. Kim de, dinî meselelerde kendinden üstün olanlara bakarsa ona uyar. Kim de dünya işlerinde kendinden üstün olana bakarsa, elinde olmayanlar için esef eder, üzülür ve böylece şükredici ve sabredici olarak yazılmaz.”
Hadisi şerifte beyan edildiği üzere mümin, dünyalık mal, makam işlerinde devamlı kendinden aşağıdakilere bakmalı ki şükretsin. Amel, takva ve iman olarak ise kendisinden üstün olan kimselere baksın ki eksiklerini görerek onları tamamlamaya çalışsın. Bu durumu tersine çevirdiğiniz takdirde, ahlaksızlıklar, zinalar had safhaya çıkar; insanlar dünyalık elde etme yarışında birbirlerini öldürmekten dahi çekinmezler.
İnsanın kendi kendine hazırladığı bu tuzaklardan kurtulabilmesi, iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Yani insan projeksiyonunu kendine çevirerek kendi kusurlarıyla meşgul olma alışkanlığı kazanabilirse, bu tehlikeleri azaltmış sayılır. İdeal, örnek şahsiyetler edinmek ve onlara benzemeye çalışarak bütün bu tuzakları atlatmak mümkündür. İlmi ve zenginliği gereğini yerine getirmek üzere istemek uygundur.
‘Ya Rabbi beni haset edici eyleme, haset edilen eyle!’ diye dua edilmelidir. Çünkü hased edici, hased edilende, kendinde bulunmayan bir kemal görmektedir. Ve ona haset etmektedir. Haset edenin hasedine sabr eyle. Senin sabrın onu öldürür.
Hasedin Zararları Nelerdir?
Hasetten kurtulmanın bir yolu da onun ne olduğunu, dünya ve ahiretimize nasıl zarar vereceğini bilmektir.
Kendi kaybına değil de, başkalarının kazancına üzülenler, ticaret bilmezliğin en ileri örneğini sergilerler. Bunlar, kıskançlığın kıskacında kıvranan birer zavallı.
Bir hikmet ehli şöyle der: “Haset insanı avare eden bir ihtirastır. Evde tutacağına diyar diyar gezdirir.”
Bu âfete tutulanlar, iman, ilim, sıhhat ve servet gibi İlâhî nimetleri değerlendirirken, meseleyi tersten ele alırlar. Önce servet ve makama göz dikerler. Sonra beden sıhhatine bakarlar; en sonunda da ilim ve imana sıra gelir. Halbuki, iman kuvvetinde birazcık ziyadelik ilim fazlalığıyla mukayese mi edilir!?.. İlimde birazcık üstünlük, beden sıhhatiyle tartıya mı girer!.. Bedende bir parça sıhhat fazlalığı, servet çokluğuyla ölçüye mi sığar!
Bu da garip bir sır, azim bir hikmettir. Bu sır iledir ki, muhteris, kıskanç insanlar, dünyaca varlıklı kişilerle uğraşırlar da, âlimlere, velilere, salihlere ilişmezler. Halbuki gerçek varlığa erenler bunlardır.
Hasetten kurtuluş için Bediüzzaman Hazretlerinin bir tavsiyesi var: “Hasit adam haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattir.” (Mektûbat)
Haset hastalığının temelinde, haset edilen kimseyi ve onun elindeki dünya nimetlerini ebedî zannetme gafleti yatar. Akıl planında, gerçeğin böyle olmadığını herkes bilir; ama, hissiyat hükmünü icra etti mi, zavallı akla kıvranmaktan öte bir şey kalmaz.
Bir asır sonra bütün haset edenler ve edilenler gibi, hasede konu olan mevki ve makamlar, servet ve devletler de başka insanların eline geçecekler; bir süre de onları oyalayacak ve hiçbirine Hakikî yâr olmadan, bir başka gruba intikal edecekler.
Bir gönül ehli, dünyayı kınalı bir geline benzetir; bu gelin herkese göz etmiş ama hiç kimseyle evlenmemiştir.
Hasedin bir de kadere itiraz yönü var. “Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” (Nisa, 4/54)
Bir insan düşünelim: Belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan İlâhî lütuf karşısında mü’mine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da, İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.
Böyle yapmayıp haset ve düşmanlık yolunu tutanlar için Üstat Bediüzzaman’dan bir tehdit cümlesi: “Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (Mektûbat)
Âyet-i kerimede, “Allah’ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir” demişler.
Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah’ın lütfuyla verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.
Füzeyl bin İyaz’ın, “Mü’min gıpta eder, münafık haset eder”, sözü bizim için hem güzel bir ölçü, hem de büyük bir tehdit. Bir insan, bir başkasının nâil olduğu maddî veya manevî bir ihsana kendisinin de erişmesini arzu edebilir. Bu haset değil gıptadır. Hasette ise, haset edilen şahıstan o ihsanın mutlaka geri alınması arzu edilir. Yani, zengin komşusuna haset eden adamın temel hedefi, kendisinin zengin olması değil, komşusunun fakir olmasıdır. Bu ise, ancak münafıklara yakışacak kadar aşağı ve bayağı bir düşüncedir.
Bununla beraber, bu güzel sözü yanlış yorumlayarak, haset edenlere hemen münafık damgası vurmak elbette doğru değil.
Çünkü münafığın tarifi açık: Münafık, gerçekte iman etmediği halde iman etmiş gözüken kimsedir. Haset eden bir mü’mine, bu mânâda, münafık demek mümkün mü? O halde bu sözü, “Sakın haset etmeyiniz, zira bu ancak münafıklara yakışan alçak bir sıfattır” şeklinde anlamak gerek.
Kendini seven ve menfaatini bilen insan haset yolunu tutmaz. Çünkü haset başkasının saadetini çekememe yüzünden, insanın kendi ruh âlemini perişan etmesidir. Rakibine kızarak kendini bıçaklamak gibi bir şey.
“Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)
Şunu unutmamak gerek: Dünyevî bir nimete yahut üstünlüğe kavuşmak kişinin kemâline delil olmaz. Böyle olsa bütün zenginlerin salih, bütün fakirlerin fasık olması gerekir.
Gerçek hiç de böyle değil. Dünya nimetleri bir imtihan aracı. Herkes bir türlü imtihan oluyor. Önemli olan bu yolculuğun sonudur. Bu dünyada meşru yolla zenginleşmeye yahut makam sahibi olmaya çalışmak elbette güzel şey. Ama hâdiselerde kader hâkim. Çok çalışmamıza rağmen dilediğimiz sonucu elde etmeyebiliriz. Ve rakibimiz bizi geçebilir.
Üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirdikten sonra, tevekkül yolunu tutma ve “hakkımda böylesi hayırlıymış” diyerek İlâhî takdire razı olma durumundayız. Aksi halde hasetle, ruh dünyamızı huzursuz kıldığımız gibi, sonunda şeytana alet olup kadere itiraz tehlikesiyle de karşı karşıya kalabiliriz.
“Üç şey vardır, kimse onlardan kurtulmuş değildir: Uğursuzluk, kötü zan, hased.” Resûlullah (s.a.v.)'a bunlardan kurtuluş yolu nedir? diye sorulunca şu cevabı verdi: “Uğursuzluk içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma, haset duyunca da gereğiyle amel etme.”
Şu halde; zan ve hasetden kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir. Hasan el-Basri Hazretleri de şöyle der: ‘İçinde haset olmayan insan yoktur. Kim bu hissi aşıp, peşine düşmez ve zulme yer vermezse, haset yapmamış olur.’
Bir mümine yakışan, hased hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetmeye çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi. Bu duyguyu tedavi hususunda Bediüzzaman şu tavsiyede bulunur:
"Hasid adam hased ettiği şeylerin sonucunu düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, vakti belli ve sınırlıdır. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer, uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olmaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyâkârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut hased ettiği kimseyi riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder."
Kıyamete kadar her döneme hitap eden, her dönemin sorunlarına çözümler üreten ve dönemin tasvirini yapan Allah Resûlü (asv) şu hadislerinde, müminin günümüzde yaşadığı sıkıntıyı çok net bir şekilde şöyle ifade etmektedir: “Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, bakışını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.” (11)
Bu hadisin benzeri olarak, Resûlullah (s.a.v.) bir başka rivayette: “Zenginlerle az düşüp kalkın. Zîra böyle yapmanız, Allah'ın (size olan) nimetini küçük görmemenize yardımcı olur.” buyurmuştur. Bu hadiste önemli bir hastalığın ilacı var; zîra bir kimse, kendinden üstün kimseye bakınca, bu halin onda hased uyandırmayacağından emin olamaz. Bu haset hastalığının ilacı da kendinden aşağıda olana bakmasıdır. Baktığı takdirde kendi haline şükretmeye vesile bulur.
Konumuzu bütünleyecek bir başka hadis de şöyle ifade edilmiştir:
“İki haslet var ki, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim dünya işlerinde durumu kendisinden düşük olana bakarsa, kendisindeki ona olan üstünlük sebebiyle Allah'a hamd eder. Kim de, dinî meselelerde kendinden üstün olanlara bakarsa ona uyar. Kim de dünya işlerinde kendinden üstün olana bakarsa, elinde olmayanlar için esef eder, üzülür ve böylece şükredici ve sabredici olarak yazılmaz.”
Hadisi şerifte beyan edildiği üzere mümin, dünyalık mal, makam işlerinde devamlı kendinden aşağıdakilere bakmalı ki şükretsin. Amel, takva ve iman olarak ise kendisinden üstün olan kimselere baksın ki eksiklerini görerek onları tamamlamaya çalışsın. Bu durumu tersine çevirdiğiniz takdirde, ahlaksızlıklar, zinalar had safhaya çıkar; insanlar dünyalık elde etme yarışında birbirlerini öldürmekten dahi çekinmezler.
İnsanın kendi kendine hazırladığı bu tuzaklardan kurtulabilmesi, iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Yani insan projeksiyonunu kendine çevirerek kendi kusurlarıyla meşgul olma alışkanlığı kazanabilirse, bu tehlikeleri azaltmış sayılır. İdeal, örnek şahsiyetler edinmek ve onlara benzemeye çalışarak bütün bu tuzakları atlatmak mümkündür. İlmi ve zenginliği gereğini yerine getirmek üzere istemek uygundur.
‘Ya Rabbi beni haset edici eyleme, haset edilen eyle!’ diye dua edilmelidir. Çünkü hased edici, hased edilende, kendinde bulunmayan bir kemal görmektedir. Ve ona haset etmektedir. Haset edenin hasedine sabr eyle. Senin sabrın onu öldürür.
Hasedin Zararları Nelerdir?
Hasetten kurtulmanın bir yolu da onun ne olduğunu, dünya ve ahiretimize nasıl zarar vereceğini bilmektir.
Kendi kaybına değil de, başkalarının kazancına üzülenler, ticaret bilmezliğin en ileri örneğini sergilerler. Bunlar, kıskançlığın kıskacında kıvranan birer zavallı.
Bir hikmet ehli şöyle der: “Haset insanı avare eden bir ihtirastır. Evde tutacağına diyar diyar gezdirir.”
Bu âfete tutulanlar, iman, ilim, sıhhat ve servet gibi İlâhî nimetleri değerlendirirken, meseleyi tersten ele alırlar. Önce servet ve makama göz dikerler. Sonra beden sıhhatine bakarlar; en sonunda da ilim ve imana sıra gelir. Halbuki, iman kuvvetinde birazcık ziyadelik ilim fazlalığıyla mukayese mi edilir!?.. İlimde birazcık üstünlük, beden sıhhatiyle tartıya mı girer!.. Bedende bir parça sıhhat fazlalığı, servet çokluğuyla ölçüye mi sığar!
Bu da garip bir sır, azim bir hikmettir. Bu sır iledir ki, muhteris, kıskanç insanlar, dünyaca varlıklı kişilerle uğraşırlar da, âlimlere, velilere, salihlere ilişmezler. Halbuki gerçek varlığa erenler bunlardır.
Hasetten kurtuluş için Bediüzzaman Hazretlerinin bir tavsiyesi var: “Hasit adam haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattir.” (Mektûbat)
Haset hastalığının temelinde, haset edilen kimseyi ve onun elindeki dünya nimetlerini ebedî zannetme gafleti yatar. Akıl planında, gerçeğin böyle olmadığını herkes bilir; ama, hissiyat hükmünü icra etti mi, zavallı akla kıvranmaktan öte bir şey kalmaz.
Bir asır sonra bütün haset edenler ve edilenler gibi, hasede konu olan mevki ve makamlar, servet ve devletler de başka insanların eline geçecekler; bir süre de onları oyalayacak ve hiçbirine Hakikî yâr olmadan, bir başka gruba intikal edecekler.
Bir gönül ehli, dünyayı kınalı bir geline benzetir; bu gelin herkese göz etmiş ama hiç kimseyle evlenmemiştir.
Hasedin bir de kadere itiraz yönü var. “Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” (Nisa, 4/54)
Bir insan düşünelim: Belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan İlâhî lütuf karşısında mü’mine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da, İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.
Böyle yapmayıp haset ve düşmanlık yolunu tutanlar için Üstat Bediüzzaman’dan bir tehdit cümlesi: “Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (Mektûbat)
Âyet-i kerimede, “Allah’ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir” demişler.
Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah’ın lütfuyla verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.
Füzeyl bin İyaz’ın, “Mü’min gıpta eder, münafık haset eder”, sözü bizim için hem güzel bir ölçü, hem de büyük bir tehdit. Bir insan, bir başkasının nâil olduğu maddî veya manevî bir ihsana kendisinin de erişmesini arzu edebilir. Bu haset değil gıptadır. Hasette ise, haset edilen şahıstan o ihsanın mutlaka geri alınması arzu edilir. Yani, zengin komşusuna haset eden adamın temel hedefi, kendisinin zengin olması değil, komşusunun fakir olmasıdır. Bu ise, ancak münafıklara yakışacak kadar aşağı ve bayağı bir düşüncedir.
Bununla beraber, bu güzel sözü yanlış yorumlayarak, haset edenlere hemen münafık damgası vurmak elbette doğru değil.
Çünkü münafığın tarifi açık: Münafık, gerçekte iman etmediği halde iman etmiş gözüken kimsedir. Haset eden bir mü’mine, bu mânâda, münafık demek mümkün mü? O halde bu sözü, “Sakın haset etmeyiniz, zira bu ancak münafıklara yakışan alçak bir sıfattır” şeklinde anlamak gerek.
Kendini seven ve menfaatini bilen insan haset yolunu tutmaz. Çünkü haset başkasının saadetini çekememe yüzünden, insanın kendi ruh âlemini perişan etmesidir. Rakibine kızarak kendini bıçaklamak gibi bir şey.
“Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)
Şunu unutmamak gerek: Dünyevî bir nimete yahut üstünlüğe kavuşmak kişinin kemâline delil olmaz. Böyle olsa bütün zenginlerin salih, bütün fakirlerin fasık olması gerekir.
Gerçek hiç de böyle değil. Dünya nimetleri bir imtihan aracı. Herkes bir türlü imtihan oluyor. Önemli olan bu yolculuğun sonudur. Bu dünyada meşru yolla zenginleşmeye yahut makam sahibi olmaya çalışmak elbette güzel şey. Ama hâdiselerde kader hâkim. Çok çalışmamıza rağmen dilediğimiz sonucu elde etmeyebiliriz. Ve rakibimiz bizi geçebilir.
Üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirdikten sonra, tevekkül yolunu tutma ve “hakkımda böylesi hayırlıymış” diyerek İlâhî takdire razı olma durumundayız. Aksi halde hasetle, ruh dünyamızı huzursuz kıldığımız gibi, sonunda şeytana alet olup kadere itiraz tehlikesiyle de karşı karşıya kalabiliriz.
Comments
Post a Comment
Yorum İçin Teşekkürler...